1 Ekim 2012 Pazartesi

Kangren

Bu sabah planlamıştım bu yazıyı yazmayı; Alex ayrılmadan birkaç saat önce belki... Yazının bir yerinde söyleyecektim 'Alex devre arası gider' diye; o ara çabuk geldi.

Uzun zamandır bazı şeyler iyi değildi zaten Fener'de ve bu durum bugün patlak verdi nihayet. Kim haklıdır, kim haksızdır konusuna girmeden önce kendi gözümden, basından takip ettiğim kadarıyla ne yaşandı ondan bahsetmek istiyorum önce.


1. Sportif Başarısızlık

Aykut Kocaman zaten aksayan teknik adamlığına taraftarın ve yönetimin sınırsız desteğiyle devam etti, şike sürecinde takımın başında durarak büyük bir yükün altına girdi; eyvallah. Ama birçok yönden o kadar eksikti ki bu kimsenin gözünden kaçmadı. Saçma sapan korkak taktikler (bkz. Üç ön liberolu, GS deplasmanı, Tek forvet oynatılan Alex de Souza vs.) takımın bekleneni verememesine sebep oldu. (Aykut'a güven devam, destek devam bu sıralar)


2. Alex'in Haddi (Her şeyin başladığı nokta)

Takımın kötüye gidişi elbette ki Alex'in de gözünden kaçan bir durum olamazdı. Taktiksel anlamda zaten hiç uyuşmadığı Aykut'a lafını anlatamayan veya anlatmayan Alex Twitter üzerinden düşüncelerini yazdı, bi'nevi taraftarı bu savaş için arkasına almaya çalıştı. Bu durum aynı zamanda Alex'i zaten istemeyen, Alex'i gönderip tek adam üzerinden futbolu kaldırmaya çalışan -bence doğru bir düşünce- Aykut ile aralarını açtı.


3. Alex'in Form Düşüklüğü (Fırsat bu fırsat)

Sezon başından beri görüldüğü üzere Alex eski Alex değildi. Gol atamama rekorunu kırması, artık maçın kaderini değiştiren asistler yapamaması, bariz formsuzluğu gibi sebepler Aykut'a haklı bir fırsat verdi ve sonunda Alex Spartak Moskova maçında ilk on bire alınmadı.


4. Vurucu Tweet

On birin dışında kalan Alex artık alttan verdiği mesajları bırakıp Aykut'a tabiri caizse bodoslama dalarak, ilk on bire alınmayışını Aykut'un kıskançlığına, onun gol rekorunun kırılmasını istememesine bağladı ve Aykut'la arasındaki sonuna kadar gerilen ipleri kopardı. Tweet'i silip tercüme hatası demek şeklindeki küçük kapatma çabası da tabi ki işe yaramadı.


5. Son

Son beklediğimden de hızlı gelişti, bir gün içinde kaptan önce kadro dışı kaldı sonra da kulüpten ayrıldı...



Bu güne kadar hep şunu söyledim: Galatasaray efsanelerine sahip çıkmadı! Hakan'a, Bülent'e yapılanlar koskoca Galatasaray'a hiç yakışmadı! Peki bu muydu Fener'e yakışan!

Şu kriz dönemi bu kadar kötü yönetilemezdi! Bu güne kadar nice taraftar hocayı istifaya çağırdı, hiçbir başkan elinde mikrofon sahaya atlamadı. Her kayıp şampiyonlukta hocayı gönderen Aziz Yıldırım bu sefer tek hamlede Alex'i gönderdi, yazıklar olsun!

Şunu kabul etmek gerekir ki olay bu duruma geldikten sonra gitmesi gereken kişi Alex'ti. Hocanın sezon ortası gitmesi mi yoksa bir oyuncunun mu diye bakılması gereken bu durumda ne yazık ki Alex gitmeliydi ama böyle değil. Bence yapılması gereken sezon ortasına kadar ortamı germeden bir şekilde idare etmek, güzel bir vedayla Kaptan'ı göndermekti; olmadı...

Artık ne olur?

Takım zaten tarihin en kötü topunu oynuyor; başarısızlık kaçınılmaz. Fener Avrupa'dan elenir, ilk altıda ligi bitirir. Yargıtay elini çabuk tutarsa Aziz hapse girer. Yalnız kalan Aykut'u 12 numara seve seve bu takımdan gönderir. Basın da desteğini esirgemez tabi ki(!) Bu durumun en acı tarafı şu ki şu an gördüğüm en iyi senaryo bu. Belki de takım için en hayırlısı budur. Ama takımın bu sezonu için durumu özetlemek gerekirse: Alex Aykut'u, Aykut Alex'i, Taraftar Aykut'u, Aziz Taraftar ve Alex'i sonra hepsi Fenerbahçeyi... Bu sezonluk büyük kaybımız önümüzdeki sezonun en büyük kazancı olur inşallah.


Yazının başlığına gelince...

Alex-Aykut-Aziz üçlüsü artık bu takımın kangreni oldu, hastanın yaşaması için bir an önce kesilmeli diyecektim; bir parçası kesildi. Yukarıdaki senaryo da gerçekleşirse önümüzdeki sezon yepyeni, tertemiz bir Fenerbahçe ile yola çıkar güzel günler görürüz, güneşli günler!



4 Eylül 2012 Salı

Şampiyon!

Mini şampiyonluk anketimiz sonuçlanmıştır; sonuçlar ise şöyle:

1. Fenerbahçe %52
2. Galatasaray %19
3. Beşiktaş      %14
4. Diğer          %14

Toplamda 21 kişinin oy kullandığı bu güvenilmez anket inşallah şampiyonluğumuz konusunda doğru bir sonuç vermiştir :D

Amerika'dan Lezzetler

Work and Travel programı ile Amerika'ya gideli 1 yıl oldu ve bu önemli deneyim üzerine hiçbir şey yazmadığımı fark ettim. Ne yazsam diye uzun uzun düşünmeme gerek kalmadan da aklımı sürekli meşgul eden şeyleri, yiyecekleri, yazmaya karar verdim.

Bu yazımda benim için gerçekten öne çıkan, alanlarında hayatımın en iyileri diyebileceğim üç lezzetten bahsetmeyi düşünüyorum. Aklıma geldikçe eklemeler yapabilir veya yeni bir yazıda bunlardan bahsedebilirim.  Ama önce genel olarak Amerikan mutfağından da kısaca bahsetmek iyi olur.

Amerikan mutfağı dediğimiz şey Türk mutfağı gibi binlerce lezzet içeren bir mutfak değil tabi ki. Bunda kültür olarak çok eskilere gitmeyen bir ülke olmaları da etkili olabilir. Ama kendi gözlemlerime dayanarak onlara özgü olan, mutfakları diye bahsedebilmemizi sağlayan şeyin kahvaltı kültürleri olduğunu söyleyebilirim. Ama kötü haber şu ki, orada yapılan kahvaltı bizim Anadolu kahvaltımız ile taban tabana zıt. Biz toplum olarak tuzluya daha çok ağırlık veriyoruz ama Amerika'da tuzlu ürün neredeyse kullanılmıyor. Eğer donut yediyseniz kesinlikle bileceğiniz, ağzınıza gelen o pütür pütür toz şeker, çörek tarzı bolca üründe kahvaltı sofranızda yer buluyor. Ayrıca tüm ekmek ve çörekleri şekerli olan Amerikalılar bunları reçel veya çikolata gibi tatlılarla süslüyorlar. Aynı şekilde bir tür tuzsuz omlet olan pancake de muz, çikolata, reçel, bal gibi ürünlerle tatlandırılıyor. Fıstık ezmesinin de vazgeçilmezler arasında olduğu kahvaltılar görüldüğü gibi tek seferde diyabete yol açacak kapasiteye sahip.

Kahvaltı dışındaki öğünler ise oturmuş bir kültür olmamasına bağladığım üzere belirgin bir çizgiye sahip değil ve de fast food bu öğünlerde önemli yer sahibi.

Şimdi gelelim Amerika'da tattığım üç büyük lezzete...


Starbucks Java Chip Frappuccino Ice Cream


İşte dünyanın en güzel dondurması! Kahveli dondurma içindeki bitter çikolata parçalarından oluşan bu lezzet gerçekten karşınıza kolay kolay çıkmayacak cinsten. 473 ml'lik kapta satılan bu dondurmayı bitirdikten sonra biraz uyku problemi çekebilirsiniz. O yüzden yanınızda uykunuz gelene kadar yemek üzere bir paket daha bulundurmanızı tavsiye ederim :D 


İnternet üzerinde yaptığım kısa araştırmaya göre bu ürün ne yazık ki Türkiye'de satışta değil. Gelir de haberiniz olursa bana iletin, ilk söyleyene ben ısmarlıyorum dondurmasını :D 


Burger King Steakhouse Extra Thick Burger

Zaten başlı başına BK hayranı olan ben bunu gördükten sonra direk kendimden geçtim. resimde gördüğünüz bu hamburger (Tamam kabul tam resimdeki kadar değil :D) bizdeki Steakhouse Burger'den daha kalın ve yuvarlak köftesi ile ve bol çıtır soğanları ile beni doymaya yaklaştıran hamburgerler listesinde BK XXL ile liderlik mücadelesi veriyor. Lezzet olarak bakıldığında en büyük fark barbekü sos kalitesi diyebilirim. Ranch soslarımız arasındaki farka da bakarak söyleyebilirim ki Amerika sos konusunda bizden elli yıl önde gidiyor :D Türkiye'de olmadğı biraz daha bariz olan bu burgerin menü fiyatı da TL olarak düşünürsek hemen hemen bizdeki Steakhouse Menü ile aynı fiyata denk geliyor.


Hellmann's Mayonnaise

Bu yazda bahsedeceğim son lezzet de sağda görmüş olduğunuz mayonez. Ama sadece mayonez deyip geçmeyin; tek başına ekmeğe sürülüp yenilebilecek, bir oturuşta bir ekmek bitirtecek kadar leziz bir şey şu meret :D Ben zaten ekmeğe mayonez süren bir insandım ama genelde ketçap desteği aldırdım mayonezin baygın tadını bastırsın diye. Bu ve Amerika'da yediğim birçok mayonezde ise bizim mayonezlerde olmayan bir şey, hardal tohumu, var. Hardalı sevmek de şart değil çünkü yoğun bir tat verecek değil de sadece varlığını hissettirecek kadar bir miktardan bahsediyorum çünkü. 

Bunun hakkında da kısa bir araştırma yaptım ama çok üzerinde durmadım. Genel olarak tartışmalı bir konu bunun ülkemizde bulunurluğu. Ama hardallı mayonezi denemek ve de Türkiye'nin en iyi fast food mekanlarından birine gitmek isterseniz şayet, İstanbul Cevahir'de Carl's Jr.'a uğrayabilirsiniz. Menüyle birlikte verilen Heinz mayonez de bu yukarıda bahsettiğim tüm özellikleri sağlıyor.

Not: Carl's Jr. Portobello Mantarlı Burger bir efsanedir; denemeden ölmeyin :D


An itibariyle ...'dan lezzetler formatını büyütmeye karar verdim. Amerika'dan Lezzetler'in sonuna geldik arkadaşlar. Artık acıktıkça sizlere bu tarz mini işkenceler hazırlamaya devam etmeyi düşünüyorum :D Yolunuz düşer, karşınıza çıkarsa bu lezzetleri kaçırmayın derim...



23 Temmuz 2012 Pazartesi

2012 Yaz Stajı İlk Hafta

Stajımın ilk haftasını tamamladıktan sonra şöyle bir genel görüş iletmek faydalı olur sanırım...

İlk Gün
Stajın ilk günü en zorlu kısmıydı hiç kuşkusuz... Servis o gün olmadığı için toplu taşıma ve tabanvay kullanarak ulaşmak üzere sabah 5'te kalkıp 6:20 gibi yollara döküldüm. İETT işkencesi ve 20 dakikalık yokuş çıkma maceramdan sonra kan ter içinde kampüse vardığımda saat 8:25'ti (Çok şükür :D). İlk gün sendromuyla giydiğim takım elbisem ve ayak katili kunduralarımla resepsiyona geldiğimde acı gerçeği fark ettim ki stajyerler arasında tek takım elbiseli bendim.

Başımdan geçen faciaları bir kenara bırakalım; şirketin kampüsü diğer birçok grup şirketini barındırıyor ve toplu taşıma ile ulaşması pek kolay bir yer değil ne yazık ki. Ama burada şirketin inanılmaz servis ağı devreye giriyor ki il dışında (Kocaeli) olmama rağmen sabah evimin önünden servise binip akşam yine evimin önünde inebiliyorum.

Yemeklerden de o kadar memnun kaldım ki hemen reklamlara giriyorum: http://www.yemekhane.com.tr/

Beni benden alan bu iki ücretsiz hizmet sebebiyle stajyerlere para ödemesi de yapılmıyor şirkette.


İçerik
Yaptığımız işe gelince, ben Ses ve Görüntü Teknolojileri Departmanı'nda staj yapıyorum, ama Network ile başladım, Ses'e bu hafta geçtim. Konulardan bihaber olduğumuz için PDF dökümanları okuyarak ve kullanacağımız programı (Cisco Packet Tracer) kurcalayarak işe giriştik. Network konusunda biraz ilerlediğim söylenebilir, en azından dökümanı bitirebildim. Konulara biraz hakim olunca da ilgili mühendislerden alacağımız projelerle uğraşacağız. Kabaca konu başlığı vermek gerekirse Server, LAN, W(ide)AN, IP, FTP, Routing vs işlerle uğraşıyoruz. Saçma kısaltmalar gibi görünüyor olabilir ama elbet anlayan okurlar olacaktır (:

İlk hafta için bu kadar yeter sanıyorum. İlerleyen vakitlerde biraz daha teknik bir yazı ve ardından da genel değerlendirmeyle bu stajı da böylece bitirmiş oluruz.

17 Temmuz 2012 Salı

Yaz Stajı

16 Temmuz 2012 Pazartesi günü stajıma başlamış bulunmaktayım. Ayrıntılı bilgileri gün geçtikçe buraya yazmaya çalışacağım...

26 Haziran 2012 Salı

Boğaziçi Üniversitesi ve BUEE Hakkında

Üniversite sınav maratonunun da bitmesiyle birlikte maratondan da zorlu bir süreç olan tercih dönemi başlamak üzere. Bu dönemde çoğu öğrenci puanının yettiği en yüksek yere veya ailesinin en sevdiği bölüme giderek ne yazık ki hayatlarının dönüm noktası olan bir kararı dış etkenlerin eline bırakıyor. Bu zorlu sürecin başarıyla geçilmesi için en önemli yardımı yapacak olanlar tabi ki tecrübeleri soğumamış, bu yolları kısa süre önce geçmiş olan biz üniversite öğrencileridir şüphesiz. Tercih yapmak üzere olan arkadaşlara okulum ve bölümüm hakkında elimden geldikçe objektif bilgiler vererek onların işlerini bir nebze olsun kolaylaştırabilmek  istiyorum.

Konuya genelden özele gitmekte fayda olduğundan önce okulu sonra bölümü tanıtarak bu yazıyı tamamlamak istiyorum. Ayrıca istediğiniz zaman aklınıza takılan sorularınızı sorabilirsiniz; mümkün oldukça cevaplamaya çalışırım.

Bilindiği üzere Boğaziçi Üniversitesi (Objektifliktan çıkıyorum :D) Türkiye'nin en iyi üniversitesidir. Boğaziçi'ni Boğaziçi yapan şey ise üstün kalite eğitim, inanılmaz laboratuvarlar, yüksek teknolojiler filan değildir. Tabi ki bu eğitimin kalitesizliğine işaret etmez; daha ziyade Boğaziçi Üniversitesi Lisans düzeyinde ders açısından kimi bölümlerinde ülkenin en iyisi kimisinde ise iyiler arasındadır. Ama Boğaziçi'ni Boğaziçi veya daha doğrusu mezunlarını 'Boğaziçili' yapan şey okulun ortamıdır. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerini Türkiye'nin en zeki, en başarılı öğrencilerinden seçer ve bu öğrencileri branş ayrımı olmadan bir arada bulundurur. Küçük kampüsün ve ortak derslerin en büyük avantajlarından biridir bu. Bir mühendislik öğrencisi bir sosyoloji, psikoloji öğrencisiyle ortak dersler alır, aynı ortamları paylaşır. Bu sayede Boğaziçi öğrencisi kendisini bir çok alanda geliştirme imkanı bulur. Ders programları da incelenirse açıkça görülür ki bölümler uzak disiplinlerden dersleri zorunlu kılarak öğrencilerin gelişimlerine katkıda bulunur. Örneğin bir EE öğrencisi olarak ben Humanities, mikro ve makro ekonomi dersleri alırken, İngiliz Dili Edebiyatı öğrencileri Science, Psikoloji öğrencileri Web tasarım dersleri alırlar. Tüm bu etkenler sayesindedir ki Boğaziçi'nde disiplinler arası geçişler sıkça görülür ve öğrencilerin yaptıkları yanlış tercihleri telafi etmeleri, kendileri için doğru alanı görmeleri ve o alana yönelmeleri sağlanır.

İngilizce eğitim de BÜ'nün avantajları arasındadır. Bir yıllık hazırlık dönemi dinleme, okuma ve yazma alanlarında gerçekten başarılı olmanızı sağlarken ne yazık ki konuşma alanında tamamen kendi başınızasınızdır. Eğer hazırlık okursanız bunu yurtdışı deneyimi (WAT, Dil okulu vs.) ile desteklemenizi tavsiye ederim.

Sosyal çevre ve aktiviteler konusunda da geniş seçeneklerle karşılaşacağınız BÜ'de birçok kulüpte aktif katılım gösterip, kısa sürede yönetim kuruluna yükselebilir hem okul içinde hem de okul dışında çok önemli kişilerle birebir temas halinde bulunabilirsiniz. Ayrıca Boğaziçi Üniversitesi'ne geldiğinizde göreceksiniz ki okul tamamen ders çalışan inek öğrencilerden oluşmuyor tabi ki. Gerçekten kendini geliştirmiş ve sosyal bir öğrenci kitlesiyle ve belki de namını duymuş olduğunuz üzere bolca partilerle karşılaşacaksınız.

Kampüs, yurt ve burs olanakları da gayet iyi olan okulumuzun bu konular hakkında verdiği bilgilere ayrıntılı bir şekilde girmek yerine sizi www.boun.edu.tr adresine yönlendiriyorum. Ama başarılı ve/veya gereksinim sahibi öğrenciler burs konusunda, ve İstanbul dışında ikamet eden öğrenciler de yurt konusunda hiç sıkıntı yaşamazlar.

Gelelim BUEE'ye (Elektrik Elektronik Mühendisliği)...

Yukarıda Boğaziçi Üniversitesi için yapmış olduğum olumlu yorumları ne yazık ki bölümüm hakkında yapamayacağım. Bölüm hakkında dikkatimi çeken bazı kötü özellikleri söyle sıralayabiliriz:

1. Öğrencilerini ilk 500 civarından seçen bölüm Türkiye'nin önemli zekalarını birbirine kırdırma politikası içindedir. İçinde bulunduğumuz sistem içerisinde bu öğrencileri kendilerini geliştirme fırsatı vermeden deyim yerindeyse birbirine kırdırır ve gerçekten çok zorlu bir lisans eğitiminden geçmek zorunda kalırsınız.

2. Birinci maddeye bağlı olarak, eğer iyi bir not ortalaması istiyorsanız (3.00/4.00 ve üzeri) çok yoğun şekilde ders çalışmak zorunda kalırsınız ve "Boğaziçili" olamadan Boğaziçi mezunu olursunuz. Bir başka deyişle derslere o kadar vakit ayırmak zorunda kalırsınız ki yukarıda övgüyle bahsettiğim ortamdan uzak kalırsınız (İstisnalar elbet de var.).

3. "Boğaziçili" olmasam da iyi bir EE mühendisi olurum tezi de ne yazık ki geçersizdir. EE bölümü öğrencileri %85 gibi bir oranla mühendisliği değil "Boğaziçili" olmayı tercih eder, yöneticilik yapmaya yönelir. Bölüm yönetimi de şimdiye dek gördüğüm kadarıyla buna destek olur, akademisyen yetiştirmeye yönelik, teorik yönü ağır basan bir eğitim vererek mühendis olmayı kendi çalışmanıza bırakırlar.

4. Mühendis yetiştirmemesi sebebiyle bölüm bu alanda etiketini gün geçtikçe kaybetmekte ve staj, iş konularında öğrenciler düşündüğü inanılmaz rahatlıktan uzaklaşmaya başlamıştır. (bkz. Boğaziçi'nde 3. Sınıfken Microsoft gelip sözleşme imzalıyomuş.)

Eğer yüksek not ortalaması yapıp akademisyen olmak (Bu durumda Amerika ve Avrupa kapıları Boğaziçi mezunlarına sonuna kadar açıktır.) veya not ortalaması istemiyorum kendim çalışıp mühendis olurum veya -ki çoğunluğun tercihi budur- yine ortalama derdine girmez "Boğaziçili" olurum, üst düzey yöneticilik yaparım diyorsanız Boğaziçi EE gerçekten en doğru yer.

Not: Yukarıdaki maddeler sadece Elektrik-Elektronik Mühendisliği için geçerlidir. Diğer tüm bölümler (bana göre) hala etiket sahibi Boğaziçili'ler yetiştirmektedirler. Bu konuda bölüm öğrencilerine danışmanızı tavsiye ederim.

15 Mayıs 2012 Salı

12 Mayıs Fenerbahçe - Galatasaray Maçı Sonrası Yaşananlar

İlk yazımı Fenerbahçe ile ilgili yazarak başlamasaydım olmazdı bu iş. Aslında bu yazı Fenerbahçe'den çok polis terörüyle ilgili olacak. Son iki buçuk yıldır olduğu gibi 12 Mayıs'taki maçta da Saraçoğlu'ndaydım ve önce maç sonunda yaşadıklarımı daha sonra da görüşlerimi aktarmak istiyorum.

Cüneyt Çakır 90+5'i gösterdikten sonra takım çaresizce saldırıyor, taraftar da daha büyük bir çaresizlikle maçı izliyordu. Zaten bir haftadır şampiyon olamayacağımıza kendimi öyle inandırmıştım ki elimizden kayıp giden şampiyonluğa yoğun bir üzüntü de duyamadım. Hatta gururluydum, takım sakatlıklara rağmen elinden geleni yapmış, Galatasaray da akıllı bir oyunla beraberliği ve tabi ki şampiyonluğu elde etmişti.

Son düdük çalar çalmaz bir süre Galatasaray'ı ve de Fenerbahçe'yi alkışladım; o sırada tribünler takımı çağırıyor "Bu taraftar sizinle gurur duyuyor!" sesleri yükseliyordu... Yüzlerce polisin arasında şampiyonluğu kutlayan Galatasaray oyuncuları adeta unutulmuştu. Islıklayan, küfreden bir grup taraftar dışında Galatasaray'a tepki değil Fenerbahçe'ye sevgi hakimdi stadın içine. Yine de orada kalmaya gücüm yoktu; Barış çıkalım dedi ve Cem'le birlikte çıkışa doğru yol aldık. O sırada ne olduysa (Ne olduğunu daha sonra ayrıntısıyla öğrendik.) emniyete küfür edilmeye başlandı, taraftar alt kata doğru akın ediyordu. Biz Okul Açık D blok kapısına doğru yöneldik. Çıkışa geldiğimizde bir arkadaşımın kucağında baygın bir kızı revire taşıdığını gördüm, yapacak bir şey yoktu; Barışı da itip dışarı çıkardım. Merdivenlerden inerken ezilmek üzere olan çocuğuna yol açmak isteyen bir babaya yardım ettik, ilkokul çağında çocuğuyla önümüzden gidiyordu. Ben biraz arkada kaldım, bir lira bozuk paramla iki şişe su aldım boğazımız temizlensin diye. O sırada bağırtı ve koşturmacayı gördüm, insanlar ters yönde koşuyordu. Ben Barış ve Cem'i bulmak için ileri doğru giderken gördüğüm dumanın meşaleden çıkmadığını anlamam çok sürmedi ne yazık ki. Stat havalandırması tam yanımızdaydı ve atılan gazı kaçmaya imkan vermeyecek şekilde her tarafa dağıtıyordu. Ben o bulutun içinden geçip oradan kurtulacağımı düşünerek ileri doğru bir hamle yaptım ama patlayan biber gazları daha da yoğunlaştı ve nefes alamayarak geri kaçmak zorunda kaldım. Öksürmeme engel olamıyordum, kusmak üzereydim ama o da olmuyordu. Gözümü zar zor açtım ama elimdeki şişeyi açacak halde değildim. Dişimle açtım yüzüme biraz su döktüm etrafımda kadınlar çocuklar duvarlara kapanmış, biberden yüzlerini sakınmaya çalışıyorlardı. En fazla 15 yaşında bir çocuk yanıma geldi, yüzünü yıkadık, yarım kalan şişeyi ona verdim, mahşer kalabalığının gürültüsünde Barış'ı aradım. Pembe Okul'un oradaymış, hemen arkaya doğru ilerledim ara ara yüzüme su döküp rahatlatıyordum kendimi. Pembe Okul tarafı da Maraton tarafından farklı değildi, çıkana kadar iki defa biber gazından bulutlara dalmak zorunda kaldım. Tekrar gözümü açtığımda ortalık savaş alanına dönmüştü bile. Park tarafında iki panzeri görünce ters yönde ilerledim, bir sonraki sokağa daldım ve maraton tarafını görecek şekilde caddeye çıktım. Stadın etrafı biber gazından bir bulutun içinde kaçmaya çalışan insanlarla çevriliydi, stadın üstünden dahi biber gazı yükseliyordu. Bir yandan canını kurtarmak isteyen taraftar bir yandan trafikte sıkışmış arabalara bağırıyordu camlarını kapatsınlar diye. Metrobüsle aramda binlerce taraftar, yüzlerce polis ve tonlarca biber gazı olduğundan yukarı doğru yönlendim. Polis kaçıp kendini kurtaran taraftarı kovalıyor arkasından biber gazı atıyordu. Hızla yürüdüm, amacım Fikirtepe'ye ulaşmaktı, ilk gördüğüm sokağa daldım. Şansım yaver gitti ki sokak Kızıltoprak istasyonuna çıkıyordu. Barış ve Cem'e mesaj attım, istasyonda buluşup önce Haydarpaşa'ya, oradan Rıhtım'a geçip 110'la karşıya geçtik. Beşiktaş tarafındaki olaylar başka hikaye...

Olaylar bitti, çok şükür sağ salim yurduma döndüm. Ama yazık ki sosyal medyamız yandaş medyamıza kapılmış bizi 'terörist' ilan etmişti bile. PKK'lıya kalkanını kaldırıp bekleyen polisim bizi, beni geçtim o yol verdiğim kücücük çocuğu, dedem yaşında amcaları, hepsini geçtim tribüne biber gazı sıkarken en önde duran engelli, bırakın savunmayı kaçmaya imkanı olmayan taraftarı kitle imha silahı kullanırcasına ölümün eşiğine getirmişti. Olayların başlangıcını 'holigan' 12 Numara olarak gösteren medya, renk kavgasına gözü hiçbir şey görmeyen milyonlarca internet bağımlısı, 'sosyal medya aktivisti' gençlerimizi de bize karşı kışkırtmıştı. Oysa ki stadın içinde Galatasaray'a tek bir saldırıda bulunmayan taraftarımız, çevikliği gaz maskesi ve biber gazından ibaret kuvvetlerimiz olmasa tarihe geçecek bir fair play örneğine imza atacaktı.


Videoda da görüldüğü üzere polis taraftara saldırmış, onu kışkırtmış ve bundan destek alarak onlara işkence etmiştir. Fenerbahçe Taraftarı defalarca polis terörüne maruz kalmıştı ve son yaşananlar da kara listeye bir satır daha eklemiş oldu.

Çevik kuvvet daha önce de 12 Numara'ya acımasız saldırılarda bulunmuş, havalanında babasıyla voleybol takımını karşılamaya giden küçük kızın dizini copla kırmış, Çağlayan'da plastik mermilerle, tekmelerle, coplarla taraftarın kafasını gözünü yarmıştı. Tüm bunlar olurken medyamız da bu olayları çarpıtmış, zalimi mazlumu birbirine karıştırmıştı.

O gece orada yaşananlar kelimenin tam anlamıyla "Ölçülü, organize devlet terörüydü."*. Haftalarca yönetimler tarafından ortam gerilmiş, tüm ülke maç sonunda çıkacak olaylara şartlanmıştı. Öyle ki ne de olsa olay çıkaracak Fenerbahçe Taraftarı'nın "büyük Türk Polisi" tarafından durdurluması, hazımsız holiganların cezalandırılması doğal karşılanacaktı. Bununla şartlanmış 'robotlar' 12 Numara'nın büyüklüğünü görünce şaşkına dönmüş, uzun zamandır bekledikleri ziyafetin ellerinden alınmasıyla çıldırmışlardı. O gün o taraftar orada dövülecekti; eğer kendileri dayak için gelmiyorlarsa arı kovanına çomak sokulup çıkan tüm arılar biber gazında boğulacaktı. Nitekim planlar güzel işlemiş, çomak arıları dışarı çıkarmıştı...


İşte o devrilen ve yakılan polis arabaları sadece küçük arı sokmalarıdır. Çomağı tutanın hakkı iki arı sokmasından fazlasıydı ama biber gazı etkili bir silahmış, o arılar da bir yere kadar dayanabildiler. Bu nefret ve kinle dolmuş robotlar statlardan temizlenmeli, kulüpler kendi güvenliklerini kendileri sağlamalıdır. Polis olayı engelleyici güç olmaktan çıkmış, kendi çıkardığı olayın cezasını insanlığa sığmayacak şekilde oracıkta kesen cellatlara dönüşmüştür. 




 Orada zevk için dövülen bu insanlara yapılanları Fenerbahçe Yönetimi unutabilir ama Büyük Fenerbahçe Taraftarı, 12 Numara, asla unutmayacaktır!!!

Bu taraftar değil miydi "sandıkta görüşürüz" diyen... Sandıkta görüşürüz!


http://www.radikal.com.tr/Radikal.aspx?aType=RadikalDetayV3&ArticleID=1087938&CategoryID=84

14 Mayıs 2012 Pazartesi

Blog ve Yazarı Hakkında...

Merhaba,
Her ne kadar edebi yönü zayıf ve çok iyi yazamayan bir mühendis olsam da ara sıra duygularımı, düşüncelerimi, yorumlarımı ve fikirlerimi paylaşmak ihtiyacı duyuyorum. Bunu yapmak için bir zamanlar Facebook denilen arkadaşı kullanmak gibi bir hata yaptım ne yazık ki... Facebook kişilerin fikirlerini (özellikle siyasi) paylaşabilecekleri en kötü ortam olduğunu paylaşımlarımın altındaki yorumlarla kanıtladı. Gelen yorumlar ve saatler süren içi boş tartışmalar o kadar acı vericiydi ki bir daha Facebook üzerinden siyasete kalkışmayacağıma dair kendime söz verdim. Eline kağıt kalem alıp yazma alışkanlığı da olmayan -Zaten kağıda yazılanlar dışarı vurulmuş sayılmayacaktı benim için.- bir insan olarak, içini nasıl dolduracağımı henüz bilemediğim bu blogu açmaya karar verdim. Ve tabi ki bunu en yoğun sınav döneminde yapmaya başladım ki çalışmaktan kaçmaya bahanem olsun (:

İşte bu sebeplerle açılmış olan blogumda bazen gündem hakkında, daha sıklıkla futbol (Fenerbahçe) hakkında ve yeri geldikçe de mühendislik ve deneyimlerim konusunda paylaşımlarda bulunmayı düşünüyorum; inşallah hem kendim hem de okuyanlar için faydalı bir iş yapmış olurum.

Kendimi de kısaca tanıtmak gerekirse, Kocaeli-Körfez Fen Lisesi mezunu, Boğaziçi Elektrik-Elektronik Mühendisliği 2. sınıf öğrencisiyim. En büyük profesyonelliğim öğrenciliktir ve uzun bir süre de öyle olmaya devam edecek sanırım... Ayrıca apolitik olmasam da siyasetle çok içli dışlı değilimdir. Siyasi fikirlerim genel olarak olaylar üzerine yaptığım yorumlar, ve kısa bir dünya görüşünden ibarettir.